
Meslek Alanımızın Kamudaki “Hali Pürmelali”
- küçük kertenkele
- 18/10/2023
- Görüş
- 657, belediyeler, dayanışma, kamu kurumu, memur, şehir plancısı, toplumsal mücadele
- 0 Yorum
HİKÂYELER
Tıka basa dolu bir metro… Herkes bir yerlere yetişmenin telaşıyla acele ediyor ve insanlar biriktikçe birikiyor. Vatman, metronun içinde adım atacak yer kalmadığına emin olana kadar bekliyor, sonunda kapılar kapanıyor ve araç hareket ediyor. Bazıları tutunacak yer dahi bulamamış ve dengelerini sağlamaya çalışarak ayakta kalmaya uğraşıyor. İstemsizce etrafıma bakınıyorum. Hemen yanımda 20’li yaşlarının başında olduğunu düşündüğüm bir öğrenci var. Elinde şeffaf bir poşete özensizce sarılmış bir simit görüyorum, kokusu geliyor. Sırtında ağır olduğu anlaşılan bir çanta… Gözleri, günlerin, belki uykusuz geçen dünkü gecenin yorgunluğunu taşıyor. Okullar henüz açılmış olmasına rağmen yükü altına girdiği masrafları düşünüyordur belki de. Eğer il dışından buraya geldiyse belki yurda başvurmuştur. Kendi üniversite kampusunda devletimiz ona yurt imkânı sağlayabilecek mi? Yoksa kentin uzak bir noktasından üniversitesine ulaşabilmek için her gün saatlerce yol tepeceği bir Kyk yurdu mu araştırmalı? Google yorumlar kısmından merkeze daha yakın yurtlarda kalanlara bir umut çağrıda bulunup onlarla sosyal medya hesapları üzerinden iletişime geçmeye çalışarak yer değişikliği talebinde bulunan onlarca öğrenciden biri olmak zorunda mı kalacak yoksa? Umut fakirin ekmeği, bulunur bir hal çaresi… Ankara simidinin kokusu biraz daha yakıyor burnumu.
Diğer tarafımda bir kadın görüyorum. Yaşını tahmin edemiyorum. Bazen yaşlı bazen genç görünüyor sanki. Donuk bakışlarında hiçbir düşünce okuyamıyorum. Belki işe gidiyor. Hafif makyajına eşlik eden bu bakışlar işe gittiğinde neşeli/güler yüzlü görünmeye çalışacak. Şimdiden günü planlıyordur kim bilir? Önce gün içinde yapacağı işleri kafasında bir sıraya dizmeye çalışıyor. Öğlen arasında kredi için bankayla görüşecek. Acaba banka istediği tutarda bir krediyi ona verecek mi? Vermezse ne yapmalı? İşyerindeki o tacizci herifle (Kimse onu bu adla anmıyor elbette. Saygın bir mesleki pozisyonu var ve herkesle iletişimi çok iyi ne de olsa) nasıl başa çıkmalı? Çocuğun okuldan alınması gerekiyor, akşam ne yemek yapmalı?
Biraz ilerde yaşlıca bir çift görüyorum. Uykusuz ve bitkin görünüyorlar. Neyse ki ayakta değiller. Zar zor aldıkları hastane randevusuna mı yetişmeye çalışıyorlar? Hastane çok kalabalık mı olacak yine? Doktor, kullandıkları ilaçlara yenilerini mi ekleyecek? Sağlık hizmetinin ücretsiz sunulduğu söylenen ülkemizde eczaneye gittiklerinde ne kadar para vermeleri gerekecek?
Her birinin ayrı ayrı hikâyesi de olsa bu insanların ortak noktaları bir hayli fazla. İlk etapta umutsuzluk görüyorsunuz bu gözlerde. Umutsuzlar çünkü bir sonraki gün, öncekini aratır durumda. Gitgide derinleşen ekonomik krizin toplumsal, bireysel, politik, psikolojik… birçok olumsuz sonucu hayatlarında derin çatlaklar yaratıyor. Kulak misafiri olduğunuz konuşmalara bireysel ve toplumsal olarak çıkışsızlık duyguları hâkim.
Ve elbette kimse işe, okula, dershaneye, hastaneye… sıkış tepiş gitmek istemiyor ancak toplumu, çokluğun en temel ihtiyaçlarını önceliklendirmeyen, kapitalist güdümlü, tek derdi sermayenin kâr havuzuna daha çok kaynak aktarmak olan iktidarlar yönetegelmiş maalesef. Belki bunun kanıksanmasıdır gözlerdeki ferin sönmesindeki sebep.
Yine de çeşitli çıkış yolları aranıyor elbette. Yurt dışına gitmek mi, kurslara katılmak mı, sertifikalar almak mı, ne pahasına olursa olsun hayali kurulan işin peşinden koşturmak mı? Kafalarında kırk tane tilki dolaşırken, her geçen gün yoksullaşırlarken insanların yüzünde tebessüm görmeyi beklemek safdillik olurdu zaten. Bir de tabi böylesi karanlık bir tabloyu son fırça darbesiyle süsleyen ve her köşe başında biten kötümser ve bireyci tipleri bilirsiniz değil mi? Günah keçisi arayan bu lümpen ağızlardan, içinde bulundukları tüm olumsuz koşullardan kendince mücadele yöntemleri üreterek çıkmaya çalışan geniş kitleler için söylenecek o ‘kadim’ sözcükler dökülür: “Koyun gibi bu halk kardeşim. Hiçbir şeye seslerini çıkarmıyorlar. E millet halinden memnunsa o zaman bana ne ki?” Bu ve benzeri sözler sarf edenler acaba bilinçli olarak veya olmayarak toplumsal eylemsizliği örgütlediklerinin farkındalar mı? Hiç sanmıyorum. Aslında kendilerinin de maruz kaldığı bu ekonomik çöküşün faturasını birilerine kesmek gibi bencilce bir çaba değil de nedir bu? Sadece bununla da sınırlı değil. Aynı zamanda kendisini halktan soyutlayıp onlara üstten bakan, herhangi bir çıkış için kafa patlatmaktan aciz, bireysel konfor alanını olabildiğince korumaya odaklı, özeleştiri yapmayı hiç alışkanlık edinmemiş, dayanışmayı, çözüm olanaklarını değil bireysel kurtuluşu ön plana çıkaran, tarihsel-politik koşulları bütünlüklü olarak irdelemeyi reddeden (ve bunu teşvik edenlerle de tartışmaktan kaçınan), her konuya dair çok net sınırlarla çizilmiş görüşleri olan ‘kestirip atmacı’ kişiler bunlar. Bu gibi sığ tiplerle hem gündelik hayatta hem de sosyal medyada son zamanlarda fazlaca karşılaştığım için biraz açmak istedim yoksa yazdıklarımın birçoğu bilindik şeyler olduğu için çok uzatmak istemem.
Benim de bu toplamları, yani halkı, kendimden soyutladığım sanılmasın sakın. Yalnızca bir gözlemci olarak gözlemlerimi aktarmak istedim. Bu geniş kümenin bir parçası olarak benim de çeşitli kaygılarım, geleceğime dair duyduğum endişe, kafamda çok çeşitli soru işaretleri var. Nasıl olmasın ki? 2016 mezunu bir şehir plancısı olarak 7 yılın geride kaldığını düşünürsek nasıl hayâl kırıklıkları yaşadım? Şu an ne noktadayım? Mesleğimle kurduğum bağ ne kadar güçlü? Bu ve benzer soruları belki de her geçen yıl artarak kendime soruyorum.
BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ
İşte o metronun içinde başka bir hikâye, benim hikâyem: Ankara’da bir belediyede yeni çalışmaya başlamış orta yaşlı bir adam… Mesleki tecrübesi çok değil, öncekilerle birlikte toplam 5 seneye yakın. Yılgın gözleri ve belirgin hale gelen kamburuyla uzun süre masabaşı işler yapmış belli ki. Ayrıca işinden de memnun değil gibi. Bilindik bir hikâye. Gelin bu hikâyeye daha yakından bakalım.
Evet, bir belediyede çalışmaya başlayalı yarım yıla yakın bir zaman geçti. İmar ve Şehircilik Müdürlüğüne bağlı bir birimde -şehir plancısı kadrosuyla olmasa da- şehir planlama mesleğini icra ediyorum. Bu noktaya gelene kadar bir hayli emek harcadım. Uzun işsizlik dönemi, KPSS süreçleri, sayısız mülakat, torpil gerçeğiyle yüzleşme vs. derken bir şekilde mesleğin ucundan tutma hedefini gerçekleştirdim diyebilirim. Peki ne umdum ve ne buldum? Öncelikle kamu sektörünün bir gerçekliği olarak çeşitli projelere imza atacaktım, bunu biliyordum. Sonra siyasi kararların mesleki etik ve ilkeleri ezebileceğini tahmin edebiliyordum. Çok yoğun bir çalışma temposuyla karşılaşacağımı biliyordum ve tüm bunlar bir tarafa mesleki uygulamaların doğrudan içinde olacağımı düşünüyordum. Aslında bu düşündüklerimin tamamı da gerçekleşti ancak bunlara başka problemler de eklendi. Neydi bu problemler ve nasıl deneyimlerle yüzleştim, açmak isterim.
- Bilginin Süreksizliği
İlk dikkatimi çeken şey, nesiller arasındaki farklar ve meslekî bilginin aktarım problemi oldu. Kurumda ya çok yaşlı ya da çok gençler vardı. Yıllardan beridir aynı alışkanlıklarla aynı reflekslerle, öğrenilegelmiş uygulamalar devam ediyordu. ‘Tecrübeli’ sayılan meslektaşlarımız bile belli kalıpların içine hapsolmuştu. Farklı sorulara çoğunlukla kapalıydılar ve belki de bu kalıplara sıkışmış olduklarının bile farkında değillerdi. Mevcut birikimlerini daha çok kendilerine saklamışlar, yalnızca kendi yaptıkları işlere yoğunlaşmışlardı. Aslında bu durum yıllardır içi boşaltılan kamu kurumlarıyla doğrudan ilgili. Yeni kadrolar yetiştirmek, kalifiye personel yetiştirmek için yurt dışına memur göndermek (gerçi bu uygulama halen devam ediyor ama görebildiğim kadarıyla artık o kadar yaygın değil), onlara yenilenmiş mesleki bilgiler aktarmak, sadece mesleki olarak değil genel anlamda donanımlı insanlar yetiştirmek vs. gibi parlak fikirler artık kamu kurumlarının vizyonu olmaktan çıkmış durumda olduğu için idarecilerden personele kadar kamunun artık günü kurtarmak dışında başka bir hedefi kalmamıştı.
- Mesleğin İtibar Kaybı
Bu kadarını beklemediğim ikinci gerçeklik, şehir planlama meslek alanının kurumsal itibarının yıllardır aldığı darbelerin geldiği nokta oldu. Kendi birimimde şehir plancısı olarak yaptığım iş, irili ufaklı bazı sermaye çevrelerinin parsellerine ilişkin yapılaşma taleplerini, mevzuata uygun olarak düzenlemekten ibaret. Mevcut imar mevzuatının, parsele ilişkin hukuki sonuçlar üreten mahkeme kararlarının basit uygulayıcılarından ibaretiz. Çoğu zaman Netcad’ten çok basit düzeye indirgenmiş şablonlarla hareket ediyoruz. Belli başlı bazı komutlarla mekanik olarak (ve çoğu zaman da yoğun tempo sebebiyle hızlı biçimde) bazı geometrik şekiller oluşturup masa başında, mekânda yaratacağımız dünyayı tahayyül etmeden, geçmişten gelen planlama kararlarının dayanaklarını, gerekçelerini vb. sorgulamadan birer tekniker olarak piyasaya hizmet üretiyoruz. Ne kendimize ne mesleğe hiçbir artı değer katmadan birer kâtip, hukukçu, teknik çizimci haline gelmiş durumdayız. (Bu meslek alanlarını küçümsediğim düşünülmesin sakın. Kendi meslek alanımıza dair özgün değerler üretemediğimizden bahsediyorum.)
Bu noktada sıkça karşılaştığım ve çok sıradan hale gelmiş, kanıksanmış bir durumu sizinle paylaşmak isterim ama önce size bir soru sorarak başlayayım: Meslek alanımızın uygulama alanları deyince aklınıza ne geliyor? Birlikte düşünelim… Yapılaşma koşulları olabilir değil mi? Örneğin yapı yaklaşma mesafesi, kaks, taks, varsa Hmax, Yençok değerleri, ön bahçe mesafesi, komşu parsele mesafe, klasik parseller için inşaat derinliği kavramı, kullanım kararları vs. Bu listeyi uzatabiliriz ama aklıma gelen en temel kavramlar bunlar. Yani bunlar meslek alanımızın uygulamaya dönük en temel başlıkları olmalı değil mi? Eğer böyleyse bu gibi konularda karar verici olarak asli unsurlar olmamız gerekmiyor mu? Bazılarımız gönül rahatlığıyla “Tabi ki öyle,” diyordur ama maalesef durum böyle değil. Düşünün ki vatandaş veya mahkeme size parselin emsal değerini soruyor. Mevzuat gayet açık bu konuda, bu bilgiyi doğrudan verebilmemiz lazım ama öyle olmuyor. Bunun yerine proje aşamasını/birimini işaret ediyoruz. O zaman ben buradan şunu çıkarıyorum: Planlama kararlarının ana uygulayıcıları şehir planlama meslek alanının özneleri değil. Daha da önemlisi idarelerin, parsele ait proje detaylarıyla mevzuatı ve planlama kararlarını eğip bükerek birilerine inşaat hakkı kazandırmayı hedef haline getirdiği çok açık. Hal böyle olunca planlamanın bütüncül ilkeleri, geleceğe dönük üreteceği rasyonel kararları, riskleri (doğal afetler vb.) en aza indirgemeye çalışan yaklaşımı rafa kaldırılmış oluyor. Zaten üst ölçek ve alt ölçekli planlama kararları arasındaki uyum ve bütünsellik, noktasal müdahalelerle anlamsız hale gelmişken, uygulamanın son aşamalarına doğru bu müdahaleler çok daha belirgin hale geliyor. Bu, aynı zamanda çok çeşitli spekülasyonları da beraberinde getiriyor haliyle.
- Birimler Arası Savaşlar
Aynı müdürlük çatısı altında birbirine bağlı olan birimler arasındaki çatışmalı hâl, beni şaşırtan başka bir durum oldu. Kurumda mesleki olarak farklı görüşleri haiz insanlar olsa da birlikte karar üretme mekanizmalarının işleyebileceğini (şimdiden bakınca çok safça (!)) düşünüyordum. Elbette çok farklı alt uzmanlık alanlarına ayrılmış, bünyesinde farklı mesleklerden birçok personeli barındıran bu birimlerin yekpare bir halde aynı biçimde hareket edip aynı kararları alması düşünülemez. Ancak en temel konularda bile çok zıt yaklaşımlar açığa çıkabiliyor ve maalesef ki bu zıtlıkların temel sebebi mesleki bakış açılarının farklılaşmasından ziyade politik çıkar gruplarının kurumlarda elde ettikleri siyasi mevzilerin en alt birimlere kadar yansımasının bir sonucu. Mesela eskiden ne oluyormuş biliyor musunuz? Diyelim ki İmar ve Şehircilik Müdürlüğünde farklı birimlerde çalışan bir plancı ile haritacı mesleki bir konuda ihtilafa düştü. Hatta örneği detaylandırmış da olayım: “Şu ada parselde tevhit yapılabilir mi yapılamaz mı?” gibi bir soru sorulmuş olsun. Bu konu nasıl çözülecek? Bu parselle ilintili olan kişi veya kurumlar ilgili kuruma baskı yapıp (veya rüşvet vb. başka kanallarla) şimdi olduğu gibi “Bizim şu parselin işini çözelim” demiyormuş. Teknik kurullar varmış. Uygulamaya dönük bu gibi ikilemde kalınan konularda farklı meslek alanlarından insanların bir araya geldiği kurullar konuyu görüşüp ortak bir karara bağlıyorlar ve bundan sonra uygulamanın bu şekliyle devam etmesini güvence altına alıyorlarmış. Ne kadar mantıklı değil mi? Tam da olması gerektiği gibi. Bugünlerde idarelerin pek ihtiyaç duymadığı şeyler bunlar.
- Yetersiz Teknolojik Altyapı
Yapay zekânın her geçen gün giderek genişleyen farklı kullanım alanlarını, insansı robot teknolojisinin somutlaşan adımlarını, yazılımdan altyapı sistemlerine, enerjiden oyun yazılım alanlarına, grafik tasarımdan sosyal medyaya kadar birçok yeniliği gündelik hayatlarımıza temas edecek biçimde deneyimlediğimiz şu günlerde Türkiye’nin ‘gelişmiş’ idarelerinin getirdiği en büyük teknolojik yenilik benim gözlemlediğim kadarıyla elektronik imza! Lütfen benim göremediğim yenilikler varsa birileri beni bu konuda bilgilendirsin. (Bu arada elektronik imza var ama hâlâ yazışmaları postayla da iletip muazzam bir bürokratik yük oluşturuyoruz ve tabi ayrıca ekosistemimize bir darbe de biz indiriyoruz.) Uluslararası standartlarla donanmış yazılımlarla elbette ki hiç kimse çalışmıyor. Anlamsız hatalar veren, bir tarafı düzeltildiğinde diğer tarafı çöken, bir sorun yaşandığında kaynağı anlaşılamayan, bir sorunu çözmek için günlerin, haftaların geçmesinin beklendiği, pratik olmaktan uzak programlarla devam ediliyor. Üstüne üstlük programların mevcut nimetlerinden de yararlanılmıyor. Yazılım firmalarından, az insanla çok iş üretebilecek, daha hızlı, daha nitelikli, daha kullanışlı ara yüzler üretmesine ilişkin anlaşmalar yapılmıyor.
Bütün bunları geçtim, bir kurum kendi arşiv sistemini, sayısallaştırma olanaklarını maksimize etmeyi neden hedeflemez? Artık eskiyen altyapı sistemlerini neden sürekli yenilemez? Sırf bu sebepten bir bilgiye, plana, evraka vb. ulaşmak için öncelikle ciddi bir sabrınızın olması lazım. Çünkü öncelikle kurumun son derece yavaş olan altyapısından nasibinizi almalısınız. Daha sonra aradığınız bilgiye ulaştığınızı sandığınız anda sizi bambaşka sürprizler karşılıyor. Örneğin evrakın taraması yanlış veya eksik yapılmış olabilir. Başka ne olabilir? Çift tıkladığınızda dosyaya erişiminize izin verilmediği sürpriziyle karşılaşabilirsiniz. Peki, bu izni edinemiyorsanız neden bu bilgiye ulaşmakla görevlendirildiniz? Yine yanıtsız kalan mantıklı bir soru… Erişim iznini bir telefonla halledebileceğinizi mi düşündünüz? Yanıldınız. Bilgi İşleme yazılı talepte bulunmanız lazım. Bilgi İşlem size ne zaman döner peki? Belki yarın, belki sonraki hafta, çay içmeye ne zaman ara vermek isterlerse… Peki, bunu yalnızca “Kimse elini taşın altına koymak istemiyor” diyerek açıklayabilir miyiz? Sonraki dönemde artık yer almayacağını bilen ve dönemini ‘sorunsuz’ kapatmak isteyen idarecilerimiz geleceğe sorun yumağı mı bırakmak istiyor? Belki de kısmen böyle. Belki torpille alınacak onca insanın ucundan tutuyor görüneceği o işten alıkoymak istemiyorlar kimseyi. Öyle ya kapsamlı bir sayısallaştırma ve hızlı bir teknolojiyle üretilen hizmet, yarı yarıya personel kaybı demek. İşe gelip gitmek dışında hiçbir iş yapmayan torpilli tiplerle kamuyu zarara uğratmak daha mantıklı (!)
- Sorumluluk İtekleme
Önemli gördüğüm noktalardan biri de sorumluluk meselesi. Daha önce belirtmiştim, bir imza mesuliyeti beklediğim bir şeydi ancak idarelerin, kendi personelini ateşe atmak için fırsat kolladığını tahmin edemedim. ‘Neler diyorsun böyle,’ demeyin. Durum tam olarak böyle… Yine başka bir örnek verelim. Örneğin çalıştığınız birimin şefi pozisyonunda olan bir şehir plancısı olduğunuzu varsayalım. Elbette elinizin altından geçen her bir belgenin altına imza atıyorsunuz. Sıradan bir günde önünüze her zamanki gibi projeye başlama aşamasında olan bir talep geliyor. Bu talebi mesleki bilginizle değerlendirdiğinizde bir sonuca ulaşamadınız çünkü ortada projeye dair bir belirsizlik var ve bu belirsizlik ortadan kalkmadan biriminizin herhangi bir işlem yapması mümkün değil. Ya plan değişikliği yapılmalı, ya da meclis veya mahkeme kararı alınmalı. Bunu sorumlulara aktardığınızda beklemediğiniz bir tepki alıyorsunuz ve şaşırıyorsunuz. Çünkü sorumlular size çeşitli açıklamalar yaparak mevzuatın diğer tarafından dolanıp size alenen madik atmaya çalışıyor (!) Aslında onlar da yapılması gerekeni biliyorlar ama ‘uğraşmak’ istemiyorlar, daha ‘kolay’ yollardan durumu çözüme kavuşturmak istiyorlar. En önemlisi hiçbir sorumluluk kabul etmeyip bütün sorumluluğu (yani imza yetkisini) sizin üzerinize yığıp ileride olası bir soruşturmada sizi yem olarak kullanmak istiyorlar. Ne de olsa kendileri imza atmıyor. Ne kadar acınası bir durum değil mi? Herkesin memur olduğu, kimsenin kimseye patron olmadığı, kâr amacı gütmeyen bir kamu kurumunda ilkesiz yöneticileriniz tarafından mevzuatı, en temel prosedürleri delerek kanunsuz uygulama yapmanız bekleniyor.
MEMUR OLMAK NASIL BİR ŞEY?
Yukarıda sıraladıklarım muhakkak uzatılabilir ama kamunun altını oyan nedenlerle ilgili aklıma gelen en temel noktalar bunlar. Eminim okuyan bazı arkadaşlar, ‘Evet bizde de durumlar tam olarak böyle,’ diyerek okudular. Buradan daha farklı bir noktaya geçmek istiyorum. Tüm bu süreçler elbette kamu kurumlarında çalışanları etkiliyor, onları bir forma sokuyor ve düşündüğümüzde akla ilk gelen bir memur prototipi oluşturuyor. Tabi ki yalnızca yukarıda saydığım durumlar sebebiyle değil aynı zamanda iktidarın bazı hamleleriyle de bahsettiğim bu prototip şekillenip artık bir kalıp haline gelmiş oluyor ve prototipten kamu kurumlarının çoğunluğunda hegemonya kuran bir tiplemeye/karaktere bürünüyor. İktidarın hamlelerinden kastım da şu: Bilindiği gibi, siyasi iktidarın kamu çalışanlarının en temel haklarına yönelik özellikle son dönemde sistemli bir saldırısı, en azından çok ciddi bir duyarsızlığı var. Toplumun çok önemli bir kesimini peyderpey yoksullaştırma ve mülksüzleştirme hamlesinden memurlar da nasibini alıyor. Eskiden bir devlet memuru ev satın aldığında bankalar ona maddi bir güvence olarak bakarlarmış değil mi? Ya da bankadan kredi çekmek isteyenlere sorulan ilk soru: ‘Memur kefilin var mı?’ olurmuş. Bunları siz de biliyorsunuz. Ama artık bırakın böyle bir gerçeklikten bahsetmeyi şu an memurlarla ilgili tam tersi bir algı var. Maddi bir güvence de yok ortada ekonomik olarak sürdürülebilirlik de…
Bu bağlamda konuyu çok dağıtmadan az önce bahsettiğim memur tiplemesi meselesini biraz daha açmak istiyorum. Kamu kurumunda, hele ki belediye gibi siyasi bağlantıların, torpillerin… çok daha ayyuka çıktığı yerlerde adım başı rastlayabileceğiniz, adeta Ctrl+C, Ctrl+V komutuyla çoğaltılmışçasına aynı karakter özelliklerini taşıyan bazı insanlar görüyorsunuz. Nasıl insanlar peki bunlar? Evine para götürme kaygısıyla uğradığı mobbingi ve her türlü baskıyı kanıksamış, kendi gölgesinden bile korkar hale gelen, ideallerinden ve ilkelerinden (eğer geçmişlerinde herhangi bir zamanda oluştuysa tabi) vazgeçmiş, tek amacı para kazanmak ve mümkünse daha fazla para kazanıp ev, araba, arsa, arazi, dolar, altın, hisse senedi satın almak olan, boş zamanını da bu para meselelerini konuşarak geçiren, biraz daha yıllanmış olanları işe gelip gitme saatleri konusunda müthiş vurdumduymaz olan (idarenin de pek umurunda değil zaten bu durum, nasıl olsa çalışmayanlar yerine çalışacak birileri bulunuyor.) insanlar. Her yerdeler… Her ayın on beşinde yatan maaşın konforu, öğlen arası Starbucks’ta kahve içebilmek veya o meşhur restoranda pahalı bir yemek sipariş etmek, bluetooth kulaklıkla dinlenecek müzikler eşliğinde bir iphone 15 satın almak… İşte kendi evreninde küçük mutluluklar yaratan memurumuzun dünyasının sınırları bu kadar.
AY NE GÜZEL OLMUŞ!
Bu konuda bu anlattıklarıma paralel olan bir deneyimi aktarmış olayım size. Yıllardan beridir meslek alanımızın Ankara’da mücadele alanları haline gelen yerleri bir düşünelim. İlk akla gelenler nereler? Saraçoğlu, Güvenpark, Ulus, Aoç vb. değil mi? Bu alanlarda kendisini asgari mesleki bilgilerle yetiştirmiş bir plancının merkezi ve yerel güçlerin yaptıkları müdahalelerle (plan, proje vb.) ilgili farklı bir görüşü savunması mümkün değildir. Yani bir plancı çıkıp da “Abi bence Saraçoğlu’nun son hali çok güzel oldu,” diyorsa bu görüş kesinlikle mesleki olamaz. Çünkü mesleğimizin bize öğrettiği çok temel şeyler var. Neler olabilir bunlar, düşünelim.
Üst-alt ölçek uyumunu korunması, kullanım kararlarının bozulmaması (örneğin nazım planda konut alanı olarak boyanmış bir yerin, hazırlanan uygulama imar planıyla ticaret kullanımının ağır basması gibi), belirsiz proje detaylarının (otopark, karma kullanım alanlarının ayrıştırılmamış olması gibi) ortadan kaldırılması, gerekli teknik etütlerin (örneğin planla gelen müdahalenin ardından ilgili alanın/bölgenin ulaşım yükünün yeniden hesaplanması gibi) yapılması, projenin gerektirdiği detay ve özende hazırlanmış ayrıntılı plan raporları (jürilerde projemizde anlattığımız her detayın plan raporunda da olup olmadığını ısrarla sorgulayan hocalarımızı hatırlayın) vb. değil mi?
Konumuza dönersek… Çalıştığım kurumda 30 yıldır fiilen şehir plancılığı yapmış bir kişi bana, ‘Saraçoğlu’nun olduğu alana kafamı şöyle bir uzatıp baktım da ay ne güzel olmuş oralar öyle’ diyebiliyor. Veya Ulustaki 100. yıl çarşısı… Hep birlikte süreci kısaca hatırlayalım: Bildiğiniz gibi Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından daha önce yıkımına karar verilen bir alan burası. Daha sonra toplumsal muhalefetten tepkiler gelince Büyükşehir yarışma açtı. Seçilen proje(ler) dâhil olmak üzere yarışma kapsamındaki bütün projeler Çarşı’yı koruduğu ve bu da Büyükşehir’in işine gelmediği için yarışmayı kazanan ekibin projesini uygulamaya sokmadı. Popülist bir hamleyle bu kez de halka mobil uygulama üzerinden bu alanı sizce ne yapalım, yıkıp kafamıza göre bir ‘meydan’ mı inşa mı edelim yoksa Çarşının kendine özgü tarihi, kültürel/sanatsal ve mimari değerini, Spor Genel Müdürlüğü, Ulus Meydanı ve Anafartalar Çarşısı gibi etrafındaki diğer yapılarla birlikte anlam kazanan planlama yaklaşımını tarumar mı edelim? dedi. (Böyle sormadı tabi!) Ankete katılım gösterenler ikinciyi seçtiler ve ardından yıkım işlemleri başladı. Yani koruma planına ihtiyaç duyan tarihi bir çarşı, Gökçek döneminde alınan yıkım kararının aynısı devam ettirilerek yıkıldı. Bütün bu sürecin ardından bir plancının bu alana ilişkin mesleki görüşü ne olabilir diye düşünüyor insan ve az önce bahsettiğim tecrübeli meslektaşım, tıpkı Saraçoğlu gibi burayı da övüyor: ‘Ay ne güzel oluyor 100. yıl çarşısının olduğu yer!’ Yaşanan süreçlerden habersiz mi, hiç mi haber okumuyor, okuyor da göz ardı mı ediyor? Bunca yılın ardından mesleki olarak biriktirdiği bilgiler nereye uçtu? Bütün bunları düşündükçe aklım havsalam almıyor.
ÇÖZÜM YOK MU?
Tabi ki tüm bunları içimiz kararsın diye anlatmıyorum. Bildiğimiz, duyduğumuz veya deneyimlediğimiz gerçeklikler bunlar. Peki yapılacak şeyler yok mu? Elbette ki var. Bahsettiğim bu sorun alanlarına dair kapsamlı çözümler üretebiliriz. Hiç de zor değil bu aslında. Aklıma gelen bazı noktalara değinmek isterim. Çalışma hayatına dair aklıma gelen en temel şeylerden başlayıp yazının bu kısmına kadar kendimce tartışmaya çalıştığım sorun alanlarına da değinerek çözüme yönelik bir zemin kurmayı düşünüyorum. Gelin çok temelden bir şeyle başlayalım: Kamudaki mesai saatleri.
- Mesai Saatlerine Format
Türkiye’de haftalık çalışma süresi Avrupa ortalamasına göre bir hayli yüksek biliyorsunuz. (https://tr.euronews.com/2022/05/26/oecd-turkiye-haftada-60-saatten-fazla-cal-san-kisi-oran-en-fazla-olan-ulke) Dünyada hem mesai saatlerini değiştirme hem de çalışma sürelerini kısaltmayla ilgili genel bir eğilimden bahsedebiliriz. (https://sputniknews.com.tr/20220218/dunya-haftada-4-gun-calisilan-ulkeler-ligine-gidiyor-1054003651.html) Ülkemizde de bu konuda çalışmalar yapıldığına dair bazı sinyaller var. (https://www.memurlar.net/haber/1064539/bakan-bilgin-sinyali-verdi-mesai-saatleri-dusuyor.html) (Kapitalist dünya, bunu yaparken elbette emekçinin, çalışanların sorunlarını merkeze alarak bir plan/program oluşturma gayesiyle yola çıkmıyor. Ama bu başka bir yazının konusu.) Gerçekten de sabah 8 akşam 5 şeklindeki mesai kavramının köktenci bir şekilde değişmesi gerekiyor. Hatta bu yapılırken beraberinde çalışanların çalışma koşullarına ve özlük haklarına dair kapsamlı bir programın da hazırlanması gerekiyor. Çünkü mesele daha az çalışmaktan ibaret değil ki! Tamam sabah 10’da geldim akşam 4’te çıktım, bütün problem çözüldü mü? Tabi ki hayır. Yapılan işin niteliği, çalışanlar için günlük veya haftalık çalışma planı oluşturulması, işin hacmine göre ortak çalışma kültürünün geliştirilmesi, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, diğer kamu kurumları vb. ile projeler üretilmesi, hibrit çalışma modelleri vb. gibi uzayıp giden bir dizi yenilikçi yaklaşıma ihtiyacımız var. Bunların çok sık konuşulur hale gelmesi ve görünür olması gerekiyor. Donuk, at gözlüğü takmışçasına kendi sınırlı iş tanımı dışına çıkamayan çalışanlar ve sürekli kendini tekrar eden yenilikçi olmaktan çok uzak kurumlar… Gerçekten de cumhuriyetin, hele ki Ankara gibi planlı bir başkent ortaya çıkaran bir devrimin 100. yılında bunları tartışmak çok gülünç geliyor. Şu çok korkunç değil mi ya: O gün gerekli tüm işleri yapmışsınız, her şey bitmiş, çıkış saatini bekliyorsunuz. Hiçbir şey yapmadan, bomboş oturuyorsunuz. Bunun gerçekten kime nasıl bir yararı var? Hem çalışan hem de o kurum için büyük bir kayıp değil midir bu?
- Zam Oranları Meselesi
Biliyorsunuz geçtiğimiz günlerde memurlar için 7. Dönem toplu sözleşme görüşmeleri vardı. Devlet yetkilileri ile sendika temsilcileri arasında her dönem olduğu gibi bu dönem de memurların genel özlük haklarına ilişkin görüşmeler yapıldı. Fakat birçok konuda anlaşma sağlanamadı. Mutabık kalınmayan konular arasında neler var peki? Öncelikle maaşlara yapılacak zam tabi ki. Memur-Sen’in 2024-2025 yılları için önerdiği zam oranı teklifi toplamda %110’du. Gerçekleşen ne oldu peki? Enflasyon farkının 6 aylık dönemler halinde verilmesi kararıyla 2024 yılı için %15+10, 2025 yılı için de % 6+5! Enflasyon farkının ödenmesi halinde dahi mevcut ekonomik şartlarda çok komik bir artış bu. Teklif edilenin çok altında bir rakam. Fakat ironik olan ne biliyor musunuz? Memur-Sen’in yaptığı teklifle 2024 yılı Ocak ayında en düşük memur maaşı 29.700 TL olacaktı. Ancak Tüik’in açıkladığı resmi enflasyon rakamlarına göre bir zam yapılırsa 2024 yılı Ocak ayında en düşük memur maaşı en az yaklaşık 33.000 TL olacak! Yani memurun sendikasının zam talebi, enflasyonun hızlı yükselişinden dolayı devlet kurumunun yapacağı zam oranından çok daha düşük kalıyor. Ne kadar ironik değil mi?
Tabi burada meselenin özünü kaçırmamak gerekiyor elbette. Aslında yapılan zam oranının aslında hiçbir önemi yok. Düşünelim… Senede ancak bir defa tatil yapabiliyoruz. O da fiyat olarak bütçemize en uygununu araştırmaktan bitap düşerek. İstediğimiz o pahalı ayakkabıyı alınca o ayki diğer harcamalarımızdan kısıyoruz. Her geçen gün daha fazla dışa bağımlı hale geldiğimiz için kıyafetten yeme-içmeye, mutfak malzemelerinden doğalgaza kadar birçok harcama kaleminde masraflar katlanarak artıyor. Hal böyle olunca birikim yapmak hayâl oluyor. Yani kısaca insan gibi yaşamanın maliyetini karşılamak konusunda kimsenin sorumluluk almaya niyeti yok. Bütün bu sebeplerden ötürü mesele şu kadar zam oranı yapıp yapmamakla ilgili bir mesele olmaktan çıkıyor bence. Önemli olan insanların her birinin birer vatandaş olarak geçimini rahatlıkla sürdürebilecekleri bir ekonomik model inşa etmek. Bunun da yolu sosyalizmden… Tamam, burada kesiyorum, konu ekonomi olunca dayanamadım.
- Sosyal Devlet Anlayışını Yeniden Yüceltmek
Konuyu dağıttım biraz farkındayım. Mutabık kalınmayan konular diyordum. Anlaşmanın sağlanmadığı ve sarı sendika olmasına rağmen Memur-Sen’in gayet mantıklı bulduğum bir diğer teklifi memura kira yardımıydı. (Bu arada teklif edilen rakam aylık 7650 TL’ydi.) Kira fiyatlarının kentin en ücra noktalarında dahi akıl almaz boyutlara ulaştığını düşünürsek bu mantıklı önerinin değerlendirmeye alınması gerekirdi. Önerilen rakam da şu an Ankara’da ortalama bir ev kirasının (Standart, görece merkeze daha yakın 2+1 veya 3+1’lik eşyasız bir konuttan bahsediyorum.) yarısına tekabül ediyor bu arada. Bunu da atlamamak lazım. Yani devlet, memurunun kira masrafının yarısına bile ortak olmuyor! İşte sosyal devlet dediğimiz anlayışın geldiği nokta bu. Hani biraz küçümsemeyle bakılan sosyalist ülkeler var ya, oralarda tam da ülkeleri için emek üreten insanlara çok ciddi bir bütçe aktarılıyor. Sadece sosyalist ülkelerde de değil, sosyal devlet anlayışının güçlü olduğu ülkelerde genel bir uygulamadır ya bu: Maaşınızın ne kadar olduğu bir yerden sonra önemini kaybeder. Oturduğunuz konuta kira veriyor musunuz? Hayır. Gittiğiniz okula herhangi bir ücret veriyor musunuz? Hayır. Hastane, toplu taşıma gibi temel ihtiyaçlar ücretli mi? Hayır. Sanatsal, kültürel faaliyetler zaten hem kamusal olarak çok yaygın hem de devlet olanaklarıyla sunulduğu için fiyatlar daha uygun. Dolayısıyla kendimi yeniden üretebileceğim olanaklarım da var. E bu durumda zaten aldığım maaşın önemi kalmıyor ki! Maaşımı akıtabileceğim alanlarda zaten bana imkânlar sunuluyor. Ama bizde ne yapılıyor? Maaş görece yüksek tutulunca gerisi devleti/hükümeti ırgalamıyor. Bekâr bir memurum ve kendi evimde oturmak istiyorum, devlet bana kira yardımı yapıyor mu? Hayır. Ulaşım kartım var mı? Hayır. Sadece toplu taşımayı zorunlu sebeplerden kullanmak zorunda olan bazı memurlar (örneğin Tüik personeli) için var. Onun yerine ulaşım yardımı adı altında maaşıma dâhil edilen bir ücret var. Mesai saatleri düşürülüyor mu? Hayır. Çalışmalar devam ediyor hocam, azıcık sabırlı ol ya! Hafta tatili arttırılıyor mu? Şu aralar pek mümkün görünmüyor, üzgünüz. Türk lirasının her geçen gün daha fazla değer kaybettiği ve ekonomik olarak beni kıskaca alan bu koşullarda mülksüzleştirilerek yaşamaya razı olmalıyım!
- Öz-Yönetim
Daha geniş düşünelim demiştik. Hadi gelin düşünelim. Devlet memurluğundan bahsediyoruz değil mi? Yani en üst yöneticisinden en alt kademeli çalışanına kadar herkes devlet memuru. Hiç kimse patron değil. Ortada bir kâr elde etme güdüsü yok. Belediye dışındaki kamu kurumlarından bahsediyorsak (Bakanlıklar, onlara bağlı diğer kurumlar vb.) devletin yani aslında yine kamunun kaynak aktardığı kurumlardan bahsetmiş oluyoruz. Hele konu belediyeyse, kendi öz kaynaklarını yaratmakla mükellef bir kurumu ele almış oluyoruz. Ve biliyorsunuz ki kamunun en çok dikkat kesildiği hususlardan biri kamunun zarara uğratılmamasıdır. Çünkü kamunun zarara uğratılması ağır bir suçtur ve ciddi soruşturma süreçleri gerektirir. Kamunun yararını önceleyen bir bakışın böyle düşünmesi kadar doğal bir durum olamaz zaten. E madem böyle ast-üst ilişkilerinin baskın bir şekilde dayatıldığı, ortak fikir ve projeler üretmenin, birlikte düşünüp birlikte karar alma mekanizmalarının rafa kalktığı, bilginin paylaşılmaktan ziyade saklanılmasının özendirildiği bir ortamda kamucu bir tavırdan, kamudan yana bir fikir ortamından veya güçten bahsedilebilir mi? Hiçbir karar alma sürecine dâhil edilmeyen onlarca parlak fikirli insan, türlü siyasi çekişmelere kurban edilip pasif birimlerde çalışmaya zorlanıyor. Birtakım siyasi hesaplarla bazı kadroların yerleri sağlamlaştırılıp az emek harcayan, liyakatsiz işe alınmış, çeşitli siyasi kliklerin güdümleriyle hareket eden onlarca kişi el üstünde tutuluyor. Daha önce de belirtmiştim, esas kamu zararı budur aslında. Kadrolarının yarısından fazlası çöp olan yaratıcı, yenilikçi, vizyoner hamlelerle geleceğe dönük bütüncül, kapsamlı projeler ortaya koyamayan, bürokratik yüklerin altında ezilen onlarca, yüzlerce kamu kurumu değil midir esas kamu yararının karşısında duran? Oysa bizim de ‘sıradan’ çalışanlar olarak ‘Kamuya nasıl kaynak yaratılır?’ sorusuna vereceğimiz cevaplar olmalı. Her sene yaya bölgelerinin rengini değiştiren (bir sene kırmızı, diğer sene yeşil, diğer sene turkuaz, sonra yine kırmızı), kaldırımları, daha kısa sürede deforme olan yeni kaldırımlarla restore eden, planlama ilkelerinden yoksun projelerle üretilmiş park alanlarıyla göz boyayan, kısa vadeli ve yeni çözümsüzlükler üreten parçacıl kararlarla kente en büyük haksızlığı yapan belediyelerden hesap sorabilmemiz, denetleyebilmemiz gerekmiyor mu? Kendi kendini yöneten 657’liler ha? Biraz uçuk mu geldi? ‘Hem devlet memuru olacaksın, hem de kurumu yönetmeye, karar alma mekanizmalarına dâhil olacaksın, breh breh breh… Sen kim oluyorsun da yemek yediğin kabı pisletiyorsun? Paşa paşa aldığın maaşa bak sen, sessiz sessiz işine git gel kardeşim, çok fazla kafa yorma bu konularda. Devlet senin için en iyisini düşünüyor ve de yapıyor zaten. Sayıştay’a bırak sen şu denetleme falan işlerini, kafanı böyle işlerle yorma, işine bak. Sendikan var, maaşın düzenli yatıyor, daha ne istiyorsun?’
- Mesleki Dayanışma
Neler yapmalı peki? Öncelikle bir araya gelebileceğimiz platformları, mesleki birliktelikleri artırmalıyız. Her daim sahiplenmemiz gereken en büyük mesleki örgütlülüğümüz olan Odamızın kolokyum, sempozyum, kurultay, çalıştay, komisyon, kamp vb. gibi bir dizi etkili çalışma alanı var aslında. Ancak bu bir araya gelişler kalıcı bazı dayanışma ağlarına evrilemeyince çok ciddi bir boşluk oluşuyor. Belli başlı bazı konularda, belli başlı bazı gündemleri (çoğu da tekrara düşmek zorunda kalan) tartıştığımız çeşitli ortamlar yaratmaktan ileri gidemiyor. Belki de son dönemde karne komisyonunun çabalarını güzel bir örnek olarak gösterebiliriz. Bütün bir meslek camiasını etkileyen Karne Yönetmeliği ile ilgili son dönemde atılan olumlu adımların (https://www.spo.org.tr/detay.php?sube=0&tip=3&kod=12464) uzun bir tarihçesi var. Özellikle serbest çalışan plancıların, komisyon toplantılarına aktif olarak katılıp öneriler geliştirmesi, bireysel çabalar göstermelerinin yanında, bunu meslek odasıyla birlikte inşa ettikleri bir gündem haline getirmeleri karne meselesinin hep gündemde kalmasıyla ilgili önemli bir girişim oldu bence. Ama örneğin kamuda çalışan plancılar komisyonunun çalışmaları bu denli etkili oldu mu diyecek olursanız buna evet demek çok zor olur açıkçası. Çünkü görebildiğim kadarıyla komisyon, kendi öznelerini oluşturma konusunda yeteri kadar başarı gösteremediği için aktif çalışmalardan ziyade daha durağan bazı çıktılarla (anket çalışmaları vb.) refleks gösterebiliyor.
Çok temel şeylerden başlayabiliriz. Örneğin en temel haklarımızı öğrenmek bir başlangıç olabilir. Haklarımız konusunda neyi ne kadar biliyoruz? Onları aktif olarak kullanabiliyor muyuz? Mesela 657 sayılı kanuna ve alt yönetmeliklerine ne kadar hâkimiz? Kanunun bize sundukları ve sunamadıklarını, çeşitli deneyim aktarımlarıyla çalıştığımız kurumdaki meslektaşlarımızla ne kadar tartışabiliyoruz? Bu gibi çok basit ama gerekli olan şeylerden başlayabiliriz. Bunu yaparken diğer önemli konuları da es geçmemeliyiz. Sendika, meslek odası, sivil toplum kuruluşu vb. ile ilişki ağlarımız olabilmeli. Birimiz mesleğe dair bir sorun yaşadığı zaman onun sorununa koşturabilmeli, çözüm olanaklarını üretebilmeliyiz. Ya da örneğin dünyada kamu kurumlarıyla ilgili nasıl tartışmalar dönüyor, konusunu araştırmalıyız. Nasıl kaynak yaratıyorlar, hangi projeleri nasıl bir planlamayla uyguluyorlar, altyapı sistemlerini ne kadar geliştirmişler, teknolojik yeniliklerle ne kadar entegreler, uygulamada yaşadığı sorunları nasıl çözüyorlar, merkezi hükümetle yaşadıkları çelişkileri nasıl aşıyorlar, kentteki diğer örgütlü bileşenlerle ne kadar iletişim halindeler vb. gibi bir dizi konu başlığını düşünebilmeli ve bu konuların burada gündem olmasını sağlamalıyız. Hatta bu ve buna benzer birçok konuyu birlikte tartışıp kentin birlikte yönetilmesinden şehir planlamanın mekâna müdahale araçlarına kadar birçok üst başlıkta çeşitli modeller formülüze edebilmeliyiz. Kısaca meslek alanımızın başka bir boyuta taşınmasına, alt uzmanlık alanlarının gelişmesine, yani bir dizi yeniliğe alanlar açabilmeli, meslek alanımızın özneleri konumuna gelebilmeliyiz. Elbette tüm bunlar sadece kendi konfor alanımızı, kendi meslek gündemimizi genişletmek gibi dar bir bakış açısı olarak ele alınmamalı. Bunlar aynı zamanda toplumsal fayda da üretecek şeylerdir.
Gerçekten kentleri, insanlığı değiştirip dönüştürecek güçlü araçlara sahibiz. Potansiyellerimizin ayırdında olup meslekte nasıl değerler üretebileceğimiz konusunu sürekli diri tutmalıyız ki üstümüzdeki şu ölü toprağını ve umutsuzluk çemberini kırabilelim. Bölümümüz, meslek alanımız sürekli kan kaybederken hiçbirimizin buna seyirci kalmaması ve bulunduğu alanlarda cesur adımlar atması gerektiğini düşünüyorum. Tüm bunları yaparken az önce de bahsettiğim gibi bir meslek fetişizmi de doğurmamak gerekiyor. Toplumun bir parçası olarak, toplumsal-politik hiçbir süreçten azade bir yerde duramayız. Meslek pratiklerimizde verdiğimiz her bir kararın, çizdiğimiz tek bir çizginin (2019 Ted Kolokyumunda Baykan Günay hocamızın bu paraleldeki sunumunu hatırlayanlar olacaktır.) politik sonuçlar ürettiğini bilmemiz gerekiyor. Hatta müdahil olmadığımız veya olmayı tercih etmediğimiz ancak bir şekilde yürüdüğünü bildiğimiz o ‘sıkıntılı’ işler devam ettiği sürece bile politik bir pozisyon almış oluyoruz. Bunun farkında olmalıyız. Sessiz kalarak aslında yapılı çevremize dair yanlışların üretilmesine ortak oluyoruz. Eğer bunu başarabiliyorsak bizi türlü biçimlerde (işsizlik, yoksulluk, çaresizlik, geleceksizlik vb.) sınamaya çalışan bir sistemin ablukasını da dağıtabiliriz.
Bütün yetersizliklerine rağmen (akademik kadroların eksikliği, üniversite eğitiminin nitelik kaybı, kalabalık sınıflar, bölüm sıralamasının her sene çok ciddi düşüşü vb.) her sene 2000 kişinin üzerinde mezun veren bir bölümden bahsediyoruz. Üstelik genç kitlesi hayli büyük olan dinamik bir meslek alanımız var ve bu habitatta bir araya gelme kanallarımız çok kuvvetli. Bu kanalları olabildiğince genişletmek, kalıcı hale getirmek tamamen bizim elimizde.
SONUÇ
Yazının en başında kurmaca hikâyelerini kısaca anlattığım insanları hatırlıyoruz değil mi? Her gün bir yerlere giderken karşılaştığımız halkımız… Onlar gibi belki sıradan ama zorlu bir hikâyeyle parçası olduğumuz bu insanlık denizinde boğuluyormuş gibi hissetmek zorunda mıyız? En mikro ölçekten en makro ölçeğe kadar nasıl yaşamamız, nasıl düşünmemiz, nasıl hissedip nasıl konuşmamız gerektiğine karar verenlerin yönettiği bir dünyada sessizliği mi tercih etmeliyiz? Binlerce kez hayır! Sizi bilmem ama böyle bir ortamda içinde bulunduğumuz çıkışsızlık hissini parçalayacak olan günleri biz örgütleyeceğiz. Ben buna inanıyorum. İnanmak zorunda olduğum için değil, gerçekten böyle olması gerektiğini ve olacağını bildiğim için söylüyorum bunu. Ve yalnızca gelecekteki belirsiz bir anda güzel günleri yaşayacağımıza dair içi boş bir dilek değil bu. Aynı zamanda bugünü, şu an yaşadığımız anı değiştirip dönüştürmeye duyduğum özlem ve bunu birlikte inşa etme iradesine duyduğum inançla da düşünüyorum. Ufkumuzu genişletmenin, sorumluluk almanın, ‘onu yapsak ne çözülecek sanki’leri bir kenara bırakmanın tam vakti.
Meslekî gündemleri her daim diri tutmanın, sürekli nitelik kaybına uğrayan meslek alanımızı düştüğü bu dar boğazdan kurtarmanın yollarını hep birlikte aramanın en temel çıkış noktası bu olmalı. Yoksa ne olacak biliyor musunuz? Yeni mezun bir şehir plancısı bir yol ayrımına gelecek. Mesleğini icra etme konusunda belli bir noktadan sonra umudunu kaybedip bir restoranda çalışmak zorunda kalacak veya daha dolgun bir maaş beklentisiyle mesleki ilkelerini bir kenara bırakıp Sinpaş gibi kente karşı işlediği suçları proje diye satan bir yerde plancı olarak çalışmayı tercih edecek. Ben şahsen planlamayı kökten dinamitleyen bir kurumda çalışmaktansa restoranda çalışmayı tercih ederim açıkçası. Ancak plancı bu ikisi arasında tercih yapmak zorunda olmamalı. Onu bu bataklıktan kurtarmanın mucizevi bir formülü yok ama elimizi çabuk tutmazsak hem onun geleceğini hem kendi geleceğimizi ipotek altında tutan koşulları yıkmak konusunda çok geç kalacağız hem de bir kenti kent yapan elimizde avucumuzda ne varsa hepsini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağız.