
Tarihsel Bir Muamma: Mekân
- Pınar Yurdadön
- 17/01/2019
- Araştırma, Görüş
- 0 Yorum
Bugün mekânın çok boyutlu tartışıldığı ve farklı perspektiflerle örüldüğü, insan etkinliğine ve toplumsal eyleme konu edildiği kavramsallaştırmaları aslında 1970’ler ve sonrası dönemin yaratıcı ve eleştirel ortamına borçluyuz. Genel anlamda literatürde ve planlamanın siluetinde yer alan “mutlak mekân” kavramının (absolute space) artık arkaik kaldığı, “göreli mekân” (relative space) kavramının ise şüpheyle değerlendirildiği bir çalışma ve yazın alanına sahibiz. Bu yazının temel motivasyonu ise “aşina olunanın bilindik olmadığı” savıyla mekân ve coğrafi düşüne dair genel bir bağlam ortaya koymak olup, yazar söz konusu indirgemeyi yaparken tartışmanın ve konunun çok yönlülüğünün farkındadır.
İlksel bir noktadan hareketle, Platon’un ‘chôra’sına mal edilen meşhur konteynır/kap içerimiyle mutlak mekân kavramsallaştırmasında; ilişkisel ve doğurgan, birlikte var eden chôra’ya ve “dünyaya gelmek bir yere gelmektir” diyen Platon’a da haksızlık edilmiş, esas fail olan feodal dönemin pastoral ruhu ve o ruhun toprak ve manifaktür odaklı birikim stratejisi gözden kaçmıştır. Mekânın insan dışında, insan varlığına gerek duymadan çalışan, doğrudan tanrısal bir alanı muhatap alan haliyle mutlak mekân, ilginç bir şekilde fiziksel ve somut olanın alanında kalmıştır. Buradaki fiziksel boyut yıllar sonra başta Lefebvre olmak üzere de Certeau ya da Annalesci’lerin kurnazca deşifre ettiği gündelik hayatın üretici çevreselliğine yaslanan bir içerimde değil aksine ne varsa üstünü örten, geçiştiren kaba bir somutluğa, bir çeşit ampirizme denk düşmektedir. Nesne ile kurulan ilişki ne üretici ne de yaratıcıdır. Dolayısıyla bu ilişkinin varlığı tartışmalıdır. Dahası dönemin nesne anlayışının, mekânın tanrısal ve tözel içeriğe dönük zihinde zuhur eden süreçlerin dış dünyadaki temsili, en iyi haliyle ise görüngüsü olduğu fikrine dayandığı düşünülürse, varlık yerine öz’ün öncelendiği bir bağlamda nesne de şüpheli kalmaktadır. Hattı zatında sonraları pozitivist paradigma itkisiyle, oyun bozucu mekânın nasıl disipline edildiğinin deneyimlenmesinden önceki ilk pratikler bu mutlak’lık çağında verilmiştir denilebilir. Kapalı bir sistemin değişmeyen parçası: “görgü tanığı” mekân. Söz konusu kategorik mekân kavramsallaştırmasının başlıca müellifi ise coğrafyanın idealist yordamından ve pratik bayağılık ya da bayağı pratiklik hikâyesinde kendini bulan Kantçı hatta Hegelci (toplumsalla ilişkilenenin ötelenip yadsınması anlamında) bakış açısından ileri gelmektedir.
Mekâna ilişkin bilinen bilgibilimsel çerçevenin yetersiz ve işlevsiz kalışı aslında başka bir problematiğin habercisi olacak olan göreli mekânın doğmasına neden olmuştur bu durum. Mekânsal kantitatif devrim süreciyle taçlanarak, mekânı analitik ve sistematik olarak ele almış, özellikle iktisatçılar ve kent plancıların gündemiyle birleştirmiştir. Mekânın göreli hali, daha çok bilgisayar programlarının sonsuz boyutlu uzayında iş görse ve yine “nokta, mesafe, yön” vb. ile nesneler arası ilişkiye odaklanıp insansız bir coğrafyaya denk düşse de birçok açıdan olumlanmalıdır. İdealist filozof ve coğrafyacının nesneden bağımsız mekân algısı bu dönemde değişmiştir. Kendinde şey’den Descartes’in “uzantısı olan şey”ine (res extensa) dönüşen mekân, Mekânın Üretimi’nde (The Production of Space) Lefebvre’in de hatırlatacağı gibi bir bakıma tanrıdan bağımsızlığını da ilan etmiştir. Bu oldukça önemli bir nokta, tarihsel bir dönemeçtir. Diğer yandan şeyler arasındaki ilişkiyi, koordinat sisteminde mesafe, hız vb. değişkenlerle ölçmek için ölçümün de normatif bir hale gelmesi gerekmektedir. Ölçenden bağımsız, güvenilir ve geçerli bir ölçüm ve değişmez bir gönderge yapısı. Bu durum sayısal tekniklerde mekânı ve ilişkili olanı ölçmeye yönelik gelişkin bir dili zorunlu kılıp ön plana çıkarırken ölçen ve ölçülen bir özne olarak insanın olmayışı bu yeni lisanı aksak kılmış mekân kavramsallaştırmasını fazlasıyla zorlamıştır. Neo-pozitivist yaklaşımın ön planda olduğu bu sürecin siyasal ve kolonyal hattı (Yves Lacoste’un sözleriyle “coğrafya her şeyden önce savaş yapmaya yarar”) da düşünüldüğünde mekânın yine hem epistemolojik hem de ontolojik bakımdan kural bozucu rolü ortadadır. Üstelik de tam tersi objektif ve planlanabilir olduğu savlanırken[1]. Mekân bu haliyle iktisatçıları zorlamış, mesafeleri bozmuş, sürtünme yaratmış; örtük ve sürprizli yapısıyla biyotik bir topluluktan farklı toplumsal gruplar, madun çevreler ya da dördüncü dünya ile birlikte kalkınmacı planlama kuramlarını yerinden etmiştir.
O zamana kadar mekânı kaba bir metafor olarak kullanan ya da doğrudan mekânsız gelişen her türlü yaklaşım metinsel bir tutumdan öteye gidememiştir. Söz konusu imgesel-kurmaca bağlam sosyal gerçekliği, dünyayı anlama ve değiştirme uğraşını eksik bırakmıştır. 1960’ların düşünsel ortamı işte bu uğraşın bir sonucu olarak mekâna yönelmiştir[2]. Nesne ve özneye eşsüremli odaklanan ve hatta bu dikotomileri aşan mekânsal yaklaşım, jargonunu da değiştirmiş; somut-soyut, fiziksel-zihinsel ayrımlarını, Kartezyen logos ve Batı metafiziğini bir kenara bırakarak toplumsal praksisin etkinliğiyle üreten ve üretilen “ilişkisel mekân” (relational space) kavramsallaştırmasına varmıştır. Castells’in Althusser etkisindeki toplumsal deterministik mekânı dahi bu dönem için bir ilerleme olarak görülebilir. Eşzamanlı olarak Harvey’in ve Lefebvre’in bakış açıklarındaki farklılıklarla birlikte ortaya koydukları mekânsal çerçeve, ya mekânsal fetişizme düşerek toplumsal olanı ıskalayan ya da toplum odaklı kalarak mekânı yine aktör-fail’in dışında tutan mekânsal krizin aşılmasında önemli bir rol oynamıştır. Söz konusu süreç Foucault’nun heterotopyası, Lefebvre’in “yaşanan mekânı” (representations of space), Soja’nın üçüncü mekânı (thirdspace) gibi Bakhtinci-Kristevacı karnavalesk ruhu çok iddialı olmamakla birlikte anti-kapitalist mekân üretimiyle de birleştirebilen yaratıcı, aykırı mekân temsillerini ortaya çıkarmıştır. İlişkisel mekân ne maddeye gömülü ama maddeye rağmen varolan, ne de varlığı tamamen kişinin varlığına koşut olandır. Hem gündelik olarak deneyimlenen hem de bu derinlemesine olmadan yaşandığı varsayılana bilinçle yön verendir. İlişkisel mekân, uzaktan bakılan bir deneyim hali ya da üzerine konuşulamayan alogos bir temsil değildir; yaşamla dolayımlanır, yaşama içkin olduğu kadar aşkındır da.
Toparlanırsa, David Harvey, Neil Smith ve Doreen Massey’in de hatırlattığı üzere mekânın bir ekonomi-politiği vardır ve bu durum insan istencine rağmen değildir. Ortada müşterek bir inşa bulunmaktadır. Tıpkı Edward Said’in Oryantalizm’in ilk sayfalarında hatırlattığı üzere insan kendi tarihini yaptığı gibi coğrafyasını da yapar ve bunu gerçeklikte olan bir yaratı üzerine inşa eder. İşte tam da burada şunu söylemek yerinde olacaktır; ilişkisel mekân, toplum-mekân etkileşiminden kalkınarak bu diyalektik ya da triyalektik denge ve çatışma üzerinde yükselmektedir. İlişkinin olumsal hattına bağlı kalmadan, bir bakıma “zorunlu” olarak vardır; ancak bu olgu öncesi olduğu anlamına da gelmemektedir. Ne zihinsel bir kategoridir mekân ne de özne karşısında nesne, bir uzantı, bir yayılımdır. Mekân mevcutta, orada olan olmadığı gibi nesnesinden ve zamandan kopmuş göreli bir varoluşun tesellisi de değildir.
Bu anlamda da temel mesele Hartshorne’cu ya da Schaffer’ci izleğin değil, Reclus’cu ya da Lacoste’cu yolun takip edilerek, bir bakıma coğrafya ve mekânın “gökten yere indirilmesi”dir.
[1] Yazıda mekânın farklılığına dair farkındalıkla birlikte genellenebilir ve kısmen objektif olarak bilinebilir oluşu fikri desteklenmekte olup, emsalsiz-biricik (unique) olduğu anlayışından uzaklaşılmaktadır.
[2] Pozitivist yaklaşımları ehlileştirmeye çalışan girişimlerden ilki olan Davranışsal coğrafyacılar katı mekânsal yaklaşımı eleştiriye tabi tutup, hümanistik bir boyut katmaya çalışsalar da genel çerçevenin dışına ne kadar çıktıkları tartışmalı bir konudur.